SATÜRN, DEVRİMLER VE EVLATLARI



George Bünchner 1835 yılında kaleme aldığı Fransız Devrimi konulu oyununda, 1789 İhtilalilinin ve Fransa 1. Cumhuriyetinin temellerinin atılmasında önemli rol oynayan Danton'un, giyotinle idam edilmesiyle ilgili; Danton'un ağzından "Devrimler tıpkı Satürn gibi evlatlarını yer" demiştir. Bu ifade sadece bu devrime özgü kalmamış ondan sonraki birçok irili ufaklı devrim ve toplumsal değişikliklerde yaşanan kadro kıyım veyahut tasfiyeleri için de kullanılmıştır.  İfadede kullanılan “Evlatlar” ile kastedilen devrimin icracıları olan dar kadrolardır.   

 

J.J Rousseau, Diderot, Voltaire ve Montesquie gibi düşünürlerin fikirlerinden ivme alan, birçok toplumsal ve siyasal değişikliğe ilham oluşturmuş Fransız Devriminin gerçekleştirilmesinde birçok hukukçu, siyasetçi ve gazeteci dikkat çeker. Devrimin en kilit aktörlerinden kabul edilen Georges Jacques Danton, Robespierre ile özdeşleşen terör döneminin ilk kurbanlarından biri olmuştur. Başta Jakobenler kulübünün bir üyesi olan Danton, terör dönemindeki yargılanmaların hukuksuzluğuna dikkat çekerek Robespierre kontrolündeki Kamu Güvenliği Komitesine katılmayı reddetmişti. Oldukça kaygan bir zeminde seyreden iktidarı elde etme mücadelesinde Danton, yaptığı muhalefetin bedelini giyotinle idam edilerek ödemişti. Danton’dan önce ılımlılar olarak ifade edebileceğimiz Jirondenlerin yargılanmasında başı çeken Louis de Saint-Just, yine devrimin önemli figürlerinden olan Hebert ve Brissot’un giyotine gönderilmesine karar vermişti. “Eşitlik, Özgürlük, Kardeşlik” sloganlarıyla yola çıkan fakat giderek radikalleşerek sırasıyla monarşistleri, ılımlıları ve son olarak birbirlerini yemeye başlayan Jakobenler, Fransız Devrimi dendiğinde en çok akla gelen grup olmuştur. Bu grubun hüküm sürdüğü 5 yıllık terör hükümranlığının sonunda devrimin ölüm meleği Saint-Just ve Robespierre’in sonu giyotin olmuştur. Modern dönemin en büyük devrimi ve sonrakilerin ilham kaynağı olan Fransız Devrimi tek tek evlatlarını öğütmüştür. Savaş ve kıtlığın pençesindeki toplum giderek radikalleşerek yaşanan kıyıma ya ses çıkarmamış veya Sankülotlar olarak nitelenen grup gibi destekleyici faaliyette bulunmuşlardır.  


 

Karmaşası ve kaosu literatürde adlandırılmasındaki kararsızlıktan belli olan Ekim Devrimi, (Bolşevik Devrimi, Kızıl Devrim, Marksist Devrim) Çarlık Rusya’sına son vermiş olan Şubat Devrimi sonrası iktidarı elinde bulunduran Aleksandr Kerenski hükümetini deviren Bolşeviklere atfedilir. Karl Marx’ın; Engels’in diyalektik kuramından yola çıkarak oluşturduğu Marksizm ideolojisine dayanan bu devrimin ilk önce Almanya veya ABD gibi sanayileşmiş ülkelerde gerçekleşmesi beklense de Rusya’daki bu gelişme en az Fransız İhtilali kadar dünya toplumlarının geleceğini etkilemiştir. 1905 Rus-Japon savaşını kaybedilmesinden sonra halihazırda kırılgan bir ekonomik yapısı olan 2. Nikolay’ın Çarlık Rusya’sındaki halk hareketleri 1917 Temmuz’unda doruk noktasına ulaşmıştı. Yıllardır süren neoserflik düzeninden bıkıp usanan toplum despot Çarlık rejimine karşı ayaklanıp 2. Nikolay’ın tahttan çekilmesini sağlamıştı. Fakat Fransız devrimine benzer şekilde, kurulan mecliste ılımlı burjuvalar Kerenski önderliğinde hakimiyeti ele geçirmişti. 1. Dünya Savaşı’na devam edilmesi ve Almanya’ya yapılan taarruzların başarısızlığı sonrası toplumdaki değişim talepleri Lenin ve arkadaşlarının Nisan tezlerinde karşılık buluyordu. Savaşlardan, kıtlıklardan ve sefaletten bıkmış olan toplum barış, ekmek ve adalet vadeden Lenin’in arkasında saf tutmuştu. Kerenski hükümetine karşı verilen silahlı mücadeleyi kazanan Bolşevikler iktidarı alsalar da 1922’ye kadar monarşi yanlısı Beyaz Orduyla savaşmıştı. 4 yıllık iç savaşın ardından tam hakimiyeti elde eden Bolşevikler Ukrayna, Belarus ve Orta Asya Cumhuriyetlerini de dahil ederek Sovyetler Birliği’nin kuruluşunu tüm dünyaya duyurdular. Daha birliğin kuruluşunda Bolşevikler arasında fikir ayrılıkları baş göstermişti. Stalin, Birlik içindeki Cumhuriyetlerin Merkez Sosyalist Birliğine daha bağımlı olmasını savunurken; Lenin, Cumhuriyetlerin daha bağımsız bir yapıda olmasını arzuluyordu. Leninist ilkelerin kabul edilmesiyle kurulan birlik yönetiminde çatışmalar ilerleyen dönemde de devam etti.

 

Lenin’in sağlık sorunları nedeniyle 1923’te politikadan ayrılırken Stalin’in iktidarı devralması konusunda yoldaşlarını uyarsa da Stalin, Grigori Zinoviyev ve Lev Kamanev ile birlikte Troçki’yi tasfiye ederek bürokrasiye dayanan bir diktatörlük kurmuştu. Troçki, Stalin’e karşı yaptığı muhalefetin bedelini partiden ve ülkeden tasfiye edilerek sırasıyla Türkiye, Fransa, Norveç ve Meksika’da sürgünle ödedi. Stalin hakimiyeti tamamen elde edene kadar partiden tasfiye ettiği kurucu kadroları öğütmek yerine birliğin yurttaşlarına zulmetmiştir. Devrimin kardeşlerini yemesi ise 1936 görülen Moskova Davaları ile başlayacaktı. Troçki’nin tasfiyesinde rol oynayan ve Stalin’e destek veren Kamanev ve Zinovyev yargılanmaların ilk aşamasında idam cezası alanlar arasındaydı. Kurşunlanarak öldürülen 17 mahkûmun arasında yer alan bu ikilini yanı sıra 2. ve 3. dalga yargılanmalarında Buharin gibi Stalinizm’de altyapı oluşturmuş figürler vardı. Troçkist muhalefet yargılanmaları olarak da anılan bu Büyük Tasfiyeden önce ülkeden ayrılmış olan Troçki ise Stalin teröründen Meksika’da olmasına rağmen kurtulamadı. İspanyol bir gazeteci kimliğiyle Troçki’nin kaldığı eve gelen Ramon Mercader devrimin en önemli karakterlerinden biri olan Troçki’yi buz baltasıyla yaralayarak öldürdü. Mercader’i zafer nişanlarına boğan Stalin ise son günlerini siyasetin kaygan zemininin paranoyası içinde geçirdi. Çevresindekilere o kadar çok güvenmiyor ve ihanetle suçluyordu ki hasta yatağında yatarken doktorlarının müdahale etmekten korktuğu rivayet edilir. Kimilerine göre 3 milyon kimilerine göre 100 milyon insanın ölümünden sorumlu biri için iyi bir ölüm bile denilebilir.

 

Kızıl Devrimle yakın tarihlerde meydana gelen Türk Devriminin ana aktörlerinin tasfiye süreçleri ise görece kansız ve sükûnet içinde yaşandığını ifade edebiliriz. 20. yy’ın başlarında yaşanan büyük toprak kayıpları ve işgaller sonucu eski Osmanlı elitleri Anadolu coğrafyası üzerinde milli bir devlet kurma yoluna gitmişti. İngiltere destekli Yunanistan Krallığı işgaline karşı başarılı bir bağımsızlık savaşının ardından 1923’te Cumhuriyet rejimi ile bağımsızlığını ilan etmişti. Bu süreçte hepimizin malumu olduğu gibi farklı düşüncelerdeki önemli figürler yer almaktaydı. Bağımsızlık mücadelesinin liderliğini alabilmek Gazi Mustafa Kemal gibi Libya, Çanakkale ve Suriye’de adını duyurmuş bir askeri figür için kolay olmamıştı. Özellikle Erzurum Kongresi’nde delegelerin Mustafa Kemal’e karşı tutumu oldukça soğuktu. Eski İttihatçı olan Mustafa Kemal’in kongre salonuna ordu kıyafetleri ile girmesine müsaade edilmemişti. Delegelerin bu tutumu askeri bir mücadeleyle kurtuluşa bakış açılarını yansıtıyordu. Savaşlardan bıkmış Anadolu insanlarının çoğunda ya manda ya da bölgesel bağımsızlık çalışmaları yapılırken Mustafa Kemal’in tüm Anadolu ve İstanbul bölgesini kapsayacak bağımsızlık hareketi düşüncesi bazı kesimlerde oldukça tepki çekmekteydi. Ayrıca çok sayıda Enver Paşa sempatizanı da bulunmaktaydı. Enver Paşa’nın Kafkaslardan bir ordu ile gelip milli mücadelenin başına geçmesini bekleyenlerin sayısı da azımsanmayacak kadar çoktu. Çoğunluğu eski İttihatçı olan askerlerin yeniden ülkeyi bir savaşa sokacağını düşünen çok sayıda eski rejim ve hilafet yanlısı grup mevcuttu. Cumhuriyetin ilanı sonrası milli mücadele kadroları arasında görüş ayrılıkları hız kazandı. 1923 sonrası Cumhurbaşkanı olan Mustafa Kemal’in gücünün dengelenmesi açısından Hilafet kurumu önemli kabul ediliyordu. Mart 1924’de bu kurum da kaldırılınca Rauf Orbay, Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi önemli isimler Kasım 1924’te Terakkiperver Cumhuriyet Fırkasını (TCF) kurarak indirgemeci reformlara karşı muhalefetlerini yeni bir oluşumda devam ettirdiler. TCF’nin programında “Fırkamız itikad-ı diniyeye ve fıkriyeye hürmetkardır” maddesi yer almaktaydı. Şeyh Said İsyanı sonrası sertlik meşruiyetini alan İnönü hükümetinin de desteğiyle bahsi geçen madde neden gösterilerek TCF kapatıldı. Devrimin, çocuklarını yemesine en çok yaklaşılan an ise İzmir Suikastı sonrası tekrar kurulan İstiklal Mahkemeleri yargılamalarıydı. Suikast girişimiyle ilgili bağlantıları olduğu veya haberdar oldukları halde ilgili kurumlara bildirmedikleri gerekçesiyle tutuklanan TCF’nın kurucu paşaları mahkeme önüne çıkarılmıştı.  İzmir’de yapılan yargılamada bazılarına göre İsmet Paşa’nın girişimleriyle bazılarına göre Mustafa Kemal’in Ali Fuat Paşa’ya duyduğu derin hassasiyet sebebiyle paşalar idam cezası almaktan kurtulmuşlardı. Kansız biten bu tasfiye hareketinin ardından sadece Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele Mustafa Kemal’le iletişime geçip CHF’a tekrar katılmıştır. Yargılanma sonrası Avrupa’ya giden Rauf Orbay 1935’de yurda dönmüştür. Yurda döndükten sonra Ali Fuat Cebesoy tarafından Atatürk ile görüşmek üzere Çankaya’ya davet edildiği ancak Atatürk çevresindeki yaverlerin engellemeleri nedeniyle görüşme yapılamadığı aktarılır. Benzer bir durumun Kazım Karabekir için de yaşandığı rivayet edilir. Tasfiye sonrası inzivaya çekilen Karabekir, Atatürk’ün ölümü sonrasında 1939’da milletvekili seçilir ve 1946’da Meclis Başkanı olarak siyasi kariyerine devam eder.

 


Geçmişe bakıldığında onlarca irili ufaklı devrim veyahut toplumsal hareket görürüz. Eski düzeni değiştirmeye yönelik indirgemeci veya toplumun tabanından ivme alan iktidar değişiklikleri sıkça yaşanmıştır: Mısır’daki Hür Subaylar hareketi, Baas İdeolojisiyle Suriye ve Irak’ta yapılan darbeler, Küba Devrimi, Portekiz’de yaşanan Karanfil Devrimi, İran’daki Yeşil Devrim gibi onlarca örnek sayılabilir. Devrim kadrolarındaki görüş ayrılıklarının olması muhalif sesleri doğururken; devrime liderlik eden kişilerin muhalefeti bastırma şekilleri farklılık gösterebilir. Türk Devriminde bu, iktidarın kontrolündeki mahkemelerce yapılmış ve neyse ki kadrolar arasında kan dökülmemiştir. Mısır, Irak, Suriye ve Libya gibi daha çok askeri darbelerle gelen iktidar değişikliklerinde ise kadroların, içerideki muhalif sesleri bastırma şekli “silah kullanmak” olmuştur. Küba Devriminde olduğu gibi oldukça dar kadroların gerçekleştirdiği devrimlerde ise ülkenin yönetiminde farklı sorumluluklar elde eden figürler yönetme gücünü paylaşarak bir orta yol bulma çabasına girmişlerdir. Ayrıca karşı devrim için halihazırda ABD gibi bir gücün olması kadroların birbirine daha sıkı sıkıya bağlanmasını sağlamıştır.

 

Sonuç olarak; devrimlerin her zaman evlatlarını yediğini söylemeyiz. Yukarıda değindiğimiz gibi devrimi oluşturan kadroların genişliği, değişikliğin tabandan mı yoksa elitlerin indirgemeci yaklaşımıyla yapıldığı, devrimden sonra kurulan iktidarın tabanda karşılık bulup bulmadığı gibi birçok etken kadroların tasfiye süreçlerinde değişiklik yaratabilir. Fakat tüm dünyada etki yapan büyük devrimleri başaran kadroların, oldukça kanlı sonlar yaşadığı göz önüne alındığında; Fransız Devrimi veya Kızıl Devrim kadar etki yapmasa da başta kendi bölgemizde olmak üzere birçok ulusa örnek olmuş Türk Devriminin kadroları arasında kanlı bir tasfiye sürecinin yaşanmamış olması o dönemle ilgili okuma yaparken huzurumuzun kaçmasını minimize ediyor diyebiliriz.


Yorumlar

Popüler Yayınlar