Quam Parva Sapientia Regitur Mundus
İlk yazıma latince bir deyiş ile başlamam “gizem” katma çabasından ziyade günümüz dünya siyasetinin mevcut durumunu en iyi şekilde betimlediğini düşündüğümdendir. 1550-1555 yılları arasında papalık yapmış 3. Julije’nin dilinden döküldüğü rivayet edilen bu deyiş, dünyanın ne kadar da az bilgelikle yöneltildiğini ifade etmekte. Bu deyişi 1934-1943 yılları arasında İtalya’da Dış İşleri Bakanlığı yapan ve aynı zamanda Mussoli’nin damadı olan Kont Galeazzo Ciano’nun notlarında da görürüz. Dönemin dünya siyasetinin belirleyicileri olan ve dünyayı büyük bir savaşa götüren Chamberlain, Daladier ve Reynaud gibi pasifist; Mussolini, Hitler ve Stalin gibi saldırgan liderlerin politikalarını çok iyi şekilde betimlediği ortadadır.
Peki dünya siyaseti 1930’lara ne kadar yaklaştı, Kıyamet saatinin 00.00’ı vurmasından ne kadar uzağız? Bu soruların yanıtları komplo teorileri barındırmasada biraz karamsar olabilir. Arayalım.
1991’den bugüne dünya siyasetini neredeyse tek başına yön vermiş ABD’den başlamak gerekirse; mevcut başkan Biden, ABD’de artan enflasyon ve işsizlik nedeniyle aday olması durumunda seçimi kaybedebilir. Yaşı nedeniyle de fiziksel ve bilişsel hatalar yapması Biden’ın popüleritesini azaltan bir neden olarak görülebilir. Biden’ın geçen seçimlerde mağlup ettiği Trump ise günbegün seçmenini konsolide etmeyi başarmakta. Özellikle FBI baskını sonrası kendini “mağdur” ilan eden Trump mahkeme sürecinde büyük bir ceza almadan kurtulursa önümüzdeki seçimleri kazanmaması sürpriz olur. Trump’ın göçmenlere, NATO’ya ve AB’ye bakışı hiçbir zaman sıcak olmadı. Özellikle NATO’nun varlığını sorgulayan açıklamaları ve AB ülkelerini eleştiren tavrı zaman zaman gündem oldu. Seçilmesi durumunda Çin, Rusya ve İran’dan oluşabilecek Avrasya tehdidine karşı koyabilecek yegâne güç olan NATO’nun temellerine dinamit koyabilir. Çin’le ilişkileri güçlenen AB ülkelerine karşı da olumsuz tavır takınması olası. Fransa özelinde özellikle Macron’la olan ilişkileri oldukça soğuk.
Atlantik’in doğusuna geçecek olursak; İngiltere’de başbakanlıktan istifa etmek zorunda kalan Boris Johnson’un yerine gelmesi en olası isim Lizz Truss. Son dönemde özellikle göçmenler ve Türkiye konulu açıklamasıyla ülkemizde gündem olan Truss, Fransa ve Macron ile ilgili yaptığı gafla profilini bizlere özetlemiş oldu. Demir Lady’e öykündüğü düşünülen Lizz TRuss, selefi Boris Johson gibi Rus karşıtı bir profil çiziyor. Rusya’ya yapılan yaptırım kararlarının alınmasında da belirleyici rol oynadı. Seçilmesi durumunda ülkesindeki göçmenleri geri gönderme politikaları nedeniyle komşuları ve NATO müttefikleriyle sorun yaşaması olası gözüküyor. Halihazırda 2027’ye kadar Fransa Başkanı olan Macron’la da ilişkilerinin iyi olmayacağı şimdiden belli oldu.
Manş’ın doğusunda da yükselen bir sağ hareketi mevcut. AB’nin nükleer gücü olan Fransa’da 2017 seçimlerinde %33 oy oranı alan aşırı sağın lideri Marie Le Pen, bu yılki seçimde %41 oy oranına ulaşmayı başardı. Göçmen karşıtlığı ile tanınan Le Pen, 2017 Fransa cumhurbaşkanlığı seçimleri esnasında cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanması halinde Kosova’nın tanınma kararının geri alınması girişimlerini başlatacağını ve Kosova’yı “Sırpların ve Hıristiyanların kutsal yeri” olarak nitelendirip, Fransa’nın Sırplara yaptığı hatayı düzelteceğini söylemişti. Sadece bu açıklamasıyla bile NATO’ya karşı olumsuz bir tavır takındığı görülmektedir. Avrupa’da artan enflasyon ve mülteci sayısı nedeniyle artan oy oranları 2027’de Ulusal Birlik liderlini iktidara getirebilir. İktidara gelmesi durumunda nükleer bir güç ve BM daimi konsey üyesi olan Fransa’nın Rusya ve Çin’e yaklaşması dünya için yıkıcı sonuçlar doğurabilir.
Biraz daha güneye, başlıkta kullanılan deyişin sarf edildiği topraklar olan İtalya’ya baktığımızda yükselen bir neofaşizm hareketi karşımıza çıkıyor. İtalyan hükümet geleneklerine uygun olarak bir buçukuncu yılında istifa eden Mario Draghi sonrasında sonbaharda yapılacak seçimde, İtalya’nın Kardeşleri Partisi lideri Giorgia Meloni’nin başbakan olma olasılığı diğer adaylara nazaran daha fazla olduğu anketlerde belirmiş durumda. Lizz Truss gibi Macron ve Fransa’yı sömürgeler üzerinden eleştirdiği cümleleriyle ülkemizde popüler olan Meloni, aslında Türk ve yabancı düşmanlığı ile bilinen bir lider. Marie Le Pen gibi Renaud Camus’un “Büyük Yer Değiştirme” teorisine sıkı sıkıya bağlanan Meloni’nin ülkesindeki mültecileri gönderme konusunda ısrarcı olacağı çok açık. 2008’de Çin Olimpiyatlarını boykot etme çağrısında bulunmasından kaynakla Le Pen’in aksine Avrasya’ya bakışının çok da sıcak olmadığını düşündüğümüz Meloni’nin, İtalya’nın pandemi döneminde AB’den yardım alamaması nedeniyle birliğe karşı olumsuz bir tavır takınması olasılıklar arasında.
Aşırı sağ kaygısı yaşamadığımız Almanya ise sade bir dünyalı olarak benim gördüğümü görmüş olacak ki 100 milyon euroluk bir askeri yatırım paketi açıkladı. Askeri harcamaların Almanya’nın eski Prusya geleneklerine dönüp dönmeyeceğini zaman gösterecek. Ordusunu modernize etmek isteyen trafik lambası koalisyonunun hükümet süresinin ne kadar olduğunu öngörmek zor olsa da faşizmin ve dolayısıyla yıkımın hatıralarının çok taze olduğu Almanya’da Merkel döneminde alınan 1.5milyon göçmenin entegrasyonunun başarılı şekilde yapılması halinde yükselen sağ hareket beklenmiyor. Koalisyon şimdiye değin uyumlu şekilde çalışıyor. Lâkin Sosyal Demokrat Partinin Rusya ile Ukrayna’yı Çin aracılığıyla toprak karşılığında uzlaştırma talepleri Batı bloğu için risk barındırıyor.
Rusya ve Çin özelinde siyasi değerlendirme yapıp yazıyı uzatmanın manası yok. Halihazırda Putin ve Cinping’in alternatifi olmadığı gibi iki ülkenin de saldırgan ve yayılmacı emelleri 1930’ların Hitler ve Mussolini’sini andırır gibi.
Dünya siyaseti ölçeğini genişlettiğimizde saatli bomba olarak nitelendirebileceğimiz bir bölge olan Balkanlar’ın dünyanın başını belaya sokması olası. Birkaç hafta önce meydana gelen Sırbistan-Kosova gerilimi bu teoriye temel oluşturan güncel bir olay. Bosna Hersek bünyesindeki Sırp lider Milorad Dodik ve Sırbistan lideri Vucic özelinde Rusya’yla iyi ilişkilere sahip iki liderin bölgedeki tansiyonu arttırması sürpriz olmayacaktır. Milliyetçi temelden çıkan bu husumetlerin sağ hükümetlerin iktidarda kalmasına ve gittikçe radikalleşmesine neden olacağı söylenebilir.
Tarihsel bağlamda işgal tehlikesini en çok hisseden ülkelerden biri de Polonya. Bu nedenle silahlanma konusunda bütçesine oranla Almanya kadar yatırım yapmaktadır. Yaptığı silah seçimleriyle ABD standartlarına uygun bir askeri güç oluşturmaya çalışan Polonya elindeki eski Sovyet uçaklarını Ukrayna’ya verirken ABD’den F35, Güney Kore’den hafif taarruz uçağı ve çok sayıda tank siparişi vermiş durumda. Türk dronelarını da envanterinde bulunduran Polonya, Rusya’ya karşı hazırlığını son sürat devam ettirecektir.
Sonuç olarak; günümüz dünya ülkeleri siyasetinde; pandemi sonrası artan enflasyon ve mülteci akınları nedeniyle aşırı sağ hareketler hızla güçlenmektedir. Aynı zamanda Çin ve Rusya gibi ülkelerin yayılmacı politikaları onların komşularını hızla silahlandırmaktadır. Bu bağlamda dünya siyasetinin bir çıkmaza girdiği söylenebilir. Özellikle BM, AB ve NATO’da meydana gelebilecek çatlaklar yayılmacı ülkelerin iştahlarını kabartacaktır. Yukarıda bahsedilen dünyanın kaderini ellerinde tutan ülkelerin siyasetinde dünya için olumlu değişikler olmadıkça hikâyenin sonu hayra alamet olmayabilir.
Yorumlar
Yorum Gönder